HKP Genel Başkanı Nurullah Efe Ankut’un “Türban Konusu ve İşin Aslı” Kitabının İncelendiği Çalışma
Videonun tapesi:
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
İyi akşamlar sevgi ve saygıdeğer halkımız, yoldaşlarımız. Halkın Kurtuluş Partisi Merkezi Kadın Çocuk Komitesi’nin düzenlediği seminerimize hoş geldiniz.
Mustafa Kemal önderliğinde gerçekleştirdiğimiz Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımız’ın sonunda kurulan Laik Cumhuriyetimiz; eksiklikleri olmasına rağmen özellikle kadınlarımıza birçok haklar tanıdı. 3 Devrim Yasası’ndaki Laiklik ilkesi ile, Medeni Kanun ile, pek çok Avrupa ülkesinden bile önce tanınan Seçme ve Seçilme Hakkı ile Anadolu Kadınının özgürlüğe erişmesinin yolunu açtı. Osmanlı’da adı olmayan, toplumsal hayatta yok sayılan kadınları, ekonomik ve sosyal hayatın her alanında var etti, görünür kıldı. Ne yazık ki daha 100 yılını dolduramadan, özellikle 21 yıllık AKPgiller iktidarı süresince tüm Cumhuriyet kurumları ile birlikte, Laiklik İlkesi de çok derin yaralar aldı. Şu anda güncel olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortaçağcı Faşist Din Devleti olmanın eşiğine getiren “Türban Meselesi”, CHP Genel Başkanı TESEV’ci, Sorosçu Kemal Kılıçdaroğlu’nun alçakça çıkışıyla yeni bir saldırı olarak gündemimize girdi. Kurtuluş Partililer ve Kurtuluş Partili Kadınlar olarak Türban Meselesi’nin anlaşılmasını ve buna uygun mücadele verilmesini çok önemli buluyoruz. Bu nedenle, Saygıdeğer Genel Başkanımız Nurullah Efe Ankut’un hepimizin ufkunu açan, kavrayışını kolaylaştıran “Türban Konusu ve İşin Aslı” adlı değerli eserinin mutlaka anlaşılmasını istedik. Sözü daha fazla uzatmadan seminerimizi gerçekleştirecek olan Merkezi Kadın Çocuk Komitesi Üyemiz Saygıdeğer Prof. Dr. Özler Çakır Yoldaşımız’a bırakıyorum. İlgiyle, sabırla, dikkatle dinlemenizi diliyorum.
Prof. Dr. Özler Çakır:
Sevgi ve Saygıdeğer izleyiciler;
2023 yılının ilk ayını tüketmek üzereyiz. Ve biz bugünün Türkiye’sinde, Kurtuluş Partili kadınlar olarak bir kez daha haykırıyoruz ve uyarıyoruz:
Kadınlar! Bizim Kadınlarımız…
Uyanın! Ayağa Kalkın! Ortaçağcı Kölelik Düzenine Götürülüyoruz!
Neden mi?
Türkiye için Yeni Sevr demek olan BOP çerçevesinde, ABD Emperyalistleri tarafından bir proje partisi olarak 21 yıldır başımıza çökertilen AKP’giller, bu süreç boyunca, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın sonucu olarak kurulan Laik Cumhuriyet’imize dair ne varsa; talan ettiler, çürüttüler, çökerttiler, yok ettiler. Ülkemizi Ortaçağcı Faşist Din Devletine sürüklemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, yapmaktalar.
Bu karanlık Ortaçağcı gerici gidişten, çok planlı bir biçimde adım adım Laikliğin hemen her alanda yok edilişinden en çok etkilenenler, yaşam kaynakları kurutulanlar, cehennem azabı çektirilenler çocuklarımızla, özellikle de kız çocuklarımızla birlikte biz kadınlar olduk.
En son, Tefeci-Bezirgân Sermayenin iktidardaki Temsilcisi AKP’giller, 9 Aralık 2022 tarihinde, yürürlükteki Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek 3 ilkesi arasında yer alan Laiklik ilkesini Anayasal düzlemde de budamayı hedefleyen Anayasa değişikliği teklifini Meclise sundu. Bu Anayasa değişikliği ile, kadının özgürlüğünün değil, esaretinin simgesi olan ve zaten yıllardır başta üniversiteler olmak üzere eğitimden, yargıya, orduya kadar her alanda takılması serbest hale gelmiş olan Türbanı yasallaştırmayı amaçlıyorlar.
Değerli izleyenler, yoldaşlar, Tefeci-Bezirgan Sermaye Sınıfının iktidardaki siyasi temsilcisi AKP’giller ve diğer yılan yuvası tarikat ve cemaatler tarafından Türban takmanın dini bir vecibe olarak, kadının kutsal örtüsü olarak sunulması son derece normaldir. Onlar sınıf karakterleri ve çıkarları gereği, 1400 yıl öncesinin Arap Yarımadası’nın Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının görüşlerini, kadına bakışını din diye koyarlar halkın önüne.
Biz Kurtuluş Partili Kadınlar, AKP’giller’in toplumu Ortaçağ’ın ümmetçi konağına götürüp o karanlıklara mahkûm etme amacını, Partimizin teorik ve pratik önderliği, gücü ile önceden gördük, hiç ikircime düşmeden, duruca gördük ve mücadelesini verdik, vermeye devam ediyoruz.
AKP’giller’in AB-D Emperyalistleri tarafından iktidara taşındığı ilk günden bugüne, devrimci çizgiden milim sapmadan “Şeriat Ortaçağdır”, “Türban Kadının Özgürlüğü Değil Esaretidir”, “Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir şiarını hep haykıran bizler, Kurtuluş Partililer olduk.
Partimizin Genel Başkanı, Gerçek İnsan, Gerçek Devrimci, Nurullah Efe Ankut, bu mücadelemizde yolumuzu pırıl pırıl aydınlattı, aydınlatmaya da devam ediyor. Kadınların Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir kitabı, Derleniş Yayınları tarafından 2001 yılında yayımlandı. 2016 yılında yayımlanan “KADIN İnsanlığa Geçiş Tarih Sosyalizm” adlı önemli eserinde, Kadın Sorununu bilimsel sosyalizmin ışığında tarihsel olarak netçe ortaya koyup, gerçek anlamda çözüme kavuşturmuştur.
Söz konusu kitap, önsözünde de belirtildiği üzere, Nakliyat-İş Sendikası’nın 26 Mart 2005 tarihinde Ankara Üniversitesi Konferans Salonunda düzenlendiği ve Önderimiz Nurullah Efe Ankut tarafından “Kadın Sorunu Kökeni Tarihi Süreci Çözümü” adıyla verilen konferansın yazıya geçirilmiş ve Derleniş Yayınları tarafından basılmış metnidir.
2022 yılı Kasım ve Aralık aylarında art arda iki önemli eseri daha Derleniş Yayınlarından çıkmıştır. Bunlardan birincisi, bugünkü çalışmamızın da konusu olan “Türban Konusu ve İşin Aslı Örtünme, Kadına Bakış Bağlamında Mekke ve Medine İslam’ı” adlı eseridir. Bu eser, İslamiyeti ve Türban meselesini Marksist-Leninist bakış açısıyla, sınıfsal temelleriyle, çok açık ve çarpıcı biçimde ortaya koyan ilk ve tek eser olması ve bu anlamda da Marksist alan yazınına katkı sunması bakımından çok önemlidir.
İkincisi ise, “Ömürleri Talan Edilen Kız Çocukları” adlı eserdir. Partimiz Genel Başkan Yardımcısı Sayın Mustafa Şahbaz, kitap için yazdığı önsözde, Ortaçağcı gericilik tarafından Hiranur Vakfı’nda 6 yaşındaki kızımıza yaşatılan trajediye, insanlık dışı zulme vurgu yaparak önsözü şöyle sonlandırmaktadır: “Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Efe Ankut, bu kitabında, bu gerici akımların tarihsel süreç içinde nerelerden doğup geldiğini, kızımız H. K. G.’nin yaşadığı trajedi bağlamında ele alıp aydınlatıyor. Bir bakıma bundan önceki eseri olan; “Türban Konusu ve İşin Aslı-Örtünme, Kadına Bakış Bağlamında Mekke ve Medine İslam’ı”, adlı eserinin ışığında bir kez daha, somut bir olaydan hareketle, Türkiye’nin götürülmek istendiği uçurumu, felaketi bilinçlere çıkarıyor ve bu cehennemden çıkışın yolunu aydınlatıyor”.
Evet, saygıdeğer yoldaşlar, izleyiciler; Sayın Genel Başkanımız bu eserleriyle bir kez daha bizim devrimci mücadelemizin, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın yolunu aydınlatıyor. Dilerim bugün yapacağımız bu çalışma, ilerleyen aşamalarında da göreceğimiz gibi, günümüzde Ortaçağcı gericiliğin bayrağı yapılan, 1400 yıl öncesinde kalması gereken fakat tarihin en eski, en asalak, en gerici sermaye sınıfı olan Tefeci-Bezirgan sermayenin temsilcileri tarafından ta 21. Yüzyıla taşınan ve “üzerinden iktidar devşirilen, küpler doldurulan, itibarlar, gemicikler, uçaklar, yüz milyarlarca dolar servetler edinilen” Türban sorununu tüm çıplaklığıyla, hiç eğip bükmeden ortaya koyan “Türban Konusu ve İşin Aslı, Örtünme, Kadına Bakış Bağlamında Mekke ve Medine İslam’ı” eserinin önemini bilinçlerimize çıkarmada, Türban meselesini devrimci bir bakış açısıyla sorgulamada bir araç olur hepimize.
Değerli dinleyiciler;
Bu karanlık günlerde, zihinlerimize ve mücadelemize bir meşale olan Sayın Genel Başkanımızın bu önemli eseri elbette bu kısa zaman dilimine sığdırılamaz. Bu anlamda bizler için çok değerli bir kaynak olan bu eseri bugün burada ana hatlarıyla ortaya koymaya, dikkatinizi çekmeye çalışacağım. Bunun için de temel olarak kitaptaki izleği takip edeceğim.
Yine hepsine değinmek mümkün olamayacağı için, biraz önce de dile getirdiğim gibi, sorunu İşçi Sınıfının Bilimi Tarihsel Maddecilik metoduyla, çok çarpıcı kanıtlarla ele alan bu eserde, Sınıf Biliminin Ustalarının yani Marks-Engels Ustaların , Ustamız Hikmet Kıvılcımlı’nın konuyla ilgili çalışmalarının yanı sıra, Kur’an başta olmak üzere, İslam tarihi ile ilgili çok önemli eserlere göndermeler yapılmış, ülkemizdeki önemli İlahiyatçıların ve İlahiyat alanında çalışan akademisyenlerin görüşleri de doğrudan göndermelerle ele alınarak, kaynak gösterilmiştir.
“Din, maddi hayatın insan zihnindeki yansımasıdır”
Kitaptaki ilk temel başlık böyle değerli dinleyiciler. “Dinler, yaşanılan günlük maddi hayatın zihinsel alana yansımasından başka bir şey değildir. Yani dinler, insanın doğayla ve toplumsal yaşamda birbirleriyle olan ilişkilerini anlama, yorumlama, çözümleme denemeleridir.” Bu konu bakımından çok temel ve önemli bir saptama.
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Kitapta bununla ilgili ne gibi açıklamalar yer almakta?
Özler Çakır Yoldaş:
Sayın Nurullah Efe Ankut, bu saptamayı kanıtlarıyla ortaya koyuyor, açıklıyor okuyucularına.
Kitaptan izleyelim:
“(…) İslam’ın doğuş yıllarındaki Arabistan toplumuna bakarsak, arkadaşlar; Sınıflı Topluma geçilmiş; büyük, kalın Parababaları durumuna dönüşmüş Tefeci-Bezirgân Sermayedarların egemenliği altında halk, yokluk, açlık, sefalet ve soygunla karşı karşıyaydı. Bu Parababalarının en önde gelenlerin adlarını İslam Tarihçileri şöyle zikreder:
Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Velid b. Muğıra, Âs b.Vail ve Âs b. Hişam.
Yani bunlar tamamen vurguncu, soyguncu, hak hukuk, adalet nedir bilmeyen, vicdandan, ahlâktan, insanlıktan yoksun Tefeci-Bezirgân Sermayedarlardır.
O dönemde özellikle Arap Yarımadası’nın en gözde şehri olan Mekke, Tefeci-Bezirgân Sermayenin de merkez üssü konumundaydı. Toplumsal sınıf ayrışmasının bu denli keskinleştiği ve sömürücü egemen sınıfın zulmünün bu derece arttığı bir sosyal düzenin olduğu şehirde, artık Tektanrılı bir dinin ortaya çıkmasının kaçınılmazlığı kendiliğinden anlaşılabilir.
Şu sebeple ki; Sınıflı Topluma geçilmeden önce (yani Toplayıcılık-Avcılık, Çobanlık ve Tarım Toplumuna geçiş sürecinin ilk evrelerinde) insanlar, doğayla doğrudan, aracısız biçimde temas halindeydiler. İşte bu dönemde insanlar, geçim araçlarının, ürünlerinin bütünüyle hâkimi durumundaydılar. Hiçbir aracı girmiyordu aralarına. Yani ürünle doğrudan temas halindeydiler, pazar söz konusu değildi. Sadece ürünlerin değişimi vardı, gerekli hallerde. Başka türlü ifadelendirirsek, ürünlerin sadece kullanım değeri söz konusuydu. “Mübadele değeri”, alım satım değeri diye bir şey yoktu. Bu sebeple sınıf ayrışmaları da yoktu. Kolektif üretilir, kolektif tüketilirdi. Yani kankardeşleri toplumuydu toplum. Böylece toplumda anlaşılmayan herhangi bir alan söz konusu değildi. Sadece doğa düşlerine akıl erdirmeye ve onları anlamaya, yorumlamaya çalışıyordu insanlar. Ay’a, Güneş’e, toprağa, suya, denize, ırmağa, dağa, taşa, fırtınaya, yağmura, rüzgâra, gök gürültüsüne, şimşeğe, bir de ruhun ölümsüzlüğüne inandıkları için ölümden sonrasına kafa yoruyorlardı. Böyle olunca da işte bu olayların her birinin birer Tanrıçasının veya Tanrısının olduğunu düşünüyorlardı, varsayıyorlardı. O Tanrıça ve Tanrıları simgeleyen heykeller, totemler vb. onları işaret eden maddi nesneler yapıyorlardı. Ve onlar için de tapınaklar inşa ediyorlardı. Bu tapınaklardaki sunaklarda da o Tanrıları hoşnut etmek için kurbanlar kesiyorlar, yakarışlarda bulunuyorlardı.
Böylece o Tanrıların kendilerinden hoşnut olacağını, kendilerine iyilikte, cömertlikte bulunacağını, zarar verip kötülük etmeyeceğini düşünüyorlardı.
Fakat sosyal sınıflara parçalanmış toplumun ortaya çıkışıyla birlikte her şey karmakarışık oldu, kör dövüşüne döndü insanların zihninde. İnsanların bir kısmı efendi, bir kısmı köle haline dönüştürüldü. Üreticiler artık ürünlerine hükmedemiyorlardı. Ve kendi ürettikleri geçim araçlarını alabilmek için pazarda akıl erdiremedikleri bir fiyatla yani ürünün Mübadele Değeriyle karşılaşıyorlardı.
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Bu nasıl oluyordu, kim belirliyordu pazardaki fiyatı yani ürünün Mübadele Değerini?
Özler Çakır Yoldaş:
Eskiden doğrudan temasta bulunulan, üretilen ve üreticisi tarafından tüketilen ürün şimdi pazar için üretilir olmuştu ve pazardaki fiyatı da görülmez bir güç belirliyordu.
Dolayısıyla toplumsal olaylar baştan aşağı bir kaos olarak görünüyordu insanların zihninde. O zaman işte bunların tümünü belirleyen, yönlendiren, bunların hepsine hükmeden bir tek Tanrının olması gerekiyor herhalde, diye düşünmeye başladı insanlar. Ve böylece de Tanrılar çokluktan tekliğe indi, yeryüzünde görülür olmaktan çıkıp gökyüzünde görülmez hale geldi. İslam’ın tarifiyle “Mekândan münezzeh” hale geldi. İşte görünür Çoktanrıcılıktan görülmez Tektanrıcılığa geçiş, toplumdaki bu altüstlükten, eskiyle yeni arasındaki bu zıtlıktan, karşıtlıktan ve içine girilmiş, daha doğrusu düşülmüş olan kaostan kaynaklandı. Artık insanlar hiçbir şeye akıl erdiremez, güç yetiremez olmuştu. O zaman bunların tamamını yönlendiren ve bunlara hükmeden doğaüstü bir güç olmalı diye düşündüler ve Tektanrı’yı yarattılar insanlar…
İşte İslamiyet bu şartlarda ortaya çıktı. Ya da başka türlü ifadelendirirsek; bu mevcut şartlar İslam’ın doğmasına sebep oldu.”
Eser, daha sonra, Mark-Engels Ustalar’ın görüşleri ve Kıvılcımlı Usta’mızın anıt eseri “Tarih Devrim Sosyalizm” ışığında, İslamiyet’in Arap Yarımadası’nda Hz. Muhammed öncülüğünde barbar toplum geleneğine sahip bedevilerin gerçekleştirdiği bir Tarihsel Devrim olduğunu ortaya koyar.
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Eserde bununla ilgili önemli saptamalar var değil mi?
Özler Çakır Yoldaş:
Evet, Okuyalım:
“Mekke ve Hicaz bölgesinde Sınıflı Topluma geçilip Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı İlkel Komuna geleneklerini ve ahlâkını, değerlerini yerle bir edip sömürüye, talana ve zulme dayanan bir düzen kurunca, bölge ve şehirleri cehenneme döndürülmüş olur. İşte bu şartlarda Hz. Muhammed ortaya çıkıp toplum önderliğine ve din kuruculuğuna soyunur; Mekke’nin zengin, asil, saygın kadınlarından biri olan eşi Hz. Hatice ve onun kuzeni, görme engelli ve Kitab-ı Mukaddes’e yani Tevrat ve İncil’e hâkim Varaka bin Nevfel’le birlikte.”
“Şimdi Yoldaşlar; yine Usta’larımız Marks-Engels’in İslamiyet’i ve ortaya çıkışını en özlü biçimde ortaya koyan 1853 tarihli mektubundaki şu tanıma bir bakalım. Mektup, Mancshester’daki Engels Usta’dan Londra’daki Marks Usta’yadır. 6 Haziran 1853 tarihini taşır:
“Bizzat Muhammed’in yaşamıyla ilgili tarihi, gelecek birkaç gün içinde okuyacağım. Ama şimdiye değin okuduklarımdan çıkan sonuca göre, olay, bozuk bir Judaizm ve bozuk bir Hıristiyanlık anlayışı ile bozuk bir doğaya tapınma yaklaşımının karması olan dinleri de çözülme çığırına girmiş olan, ahlâken iflas etmiş kentli fellahlara karsı bir Bedevi tepkisi niteliğini taşımaktadır.”
Bu tanıma göre, arkadaşlar; İslamiyet’i ne oluşturuyor?
Şu beş öge:
1- Ahlâken iflas etmiş “kentli fellahlar”.
Fellah, bildiğimiz gibi arkadaşlar, göçebe olmayan, yerleşik toplum düzenine geçmiş Arap kavimleri demektir. İşte bu düzen sosyal sınıf yapısı bakımından, yukarıda anlattığımız gibi Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının egemen olduğu, en azgın sömürü ve zulme dayanan, Köleci Toplum biçimidir. Demek ki ezen ve ezilen sınıf şeklinde uzlaşmaz çelişkiler içeren sosyal sınıflara parçalanmıştır bu toplum. Böyle olunca da İlkel Komuna’nın yüksek ahlâkı terk edilip egemen sınıfın çıkarlarına uygun bir kültür, bir anlayış oluşmuştur toplumda. Tabiî bu, çamurlara bulanmış bir ahlâkı, töreyi, geleneği ve bunların sonucundaki zalimane bir sömürüyü olumlar. Daha doğrusu, bu sömürü sistemi öylesine aşağılık bir ahlâkı, töreyi, geleneği ve uygulamayı doğurur. İşte o zamanın egemen toplum yapısı buydu.
2- Bozuk bir Judaizm, yani Yahudilik, Musevilik.
3- Yine bozuk bir Hıristiyanlık.
4- Bozuk bir doğaya tapınma yaklaşımı.
İlkel Komuna döneminin Totemizminin yozlaşıp, bozulup Sınıflı Toplumun çamurlarına bulanmasından oluşan bir anlayıştır bu.
5- Ve bütün bunlara karşı da “bir Bedevi tepkisi.”
Bedevi nedir?
“Arabistan, Suriye ya da Kuzey Afrika Çöllerinde göçebe olarak yaşayan Araplar.”dır.
Bedevinin en belirleyici özelliği neymiş?
Toprağa yerleşik olmamak, göçebe olmak, çadırlarda sürüleriyle birlikte gezgin bir hayat yaşamakmış. Tabiî bu, gezgin Arap kabileleri için kullanılan bir kavramdır.
Toprağa yerleşik olmamak neyi barındırır, arkadaşlar?
Özel mülk edinilmiş bir toprağa sahip olunmamasını ve tek bir ailenin değil de birçok ailelerden oluşan bir kabile yapısının var olmasını. Böyle olunca da geçim aracı olan sürülerin, kabilenin erkeklerinin kolektif mülkiyetinde bulunmasını. Yani özel mülkiyetin büyük oranda olmamasını. Tabiî bu da o kabileler arasında İlkel Komunanın, onun geleneklerinin, örfünün, töresinin, ahlâkının, kural ve uygulamalarının, yaşayış tarzının hâlâ, bütünüyle olmasa bile, önemli oranda canlı biçimde var olduğunu, yaşıyor olduğunu. İlkel Komuna değerleri, yukarıda da birkaç kez belirttiğimiz gibi, yüce bir ahlâkı, içtenlikli bir kankardeşliğini ve ona uygun eşitlikçi bir yaşamı içerir. Herkes Komün hayatı yaşayan kabilenin bir parçası, o varlığı oluşturan bir unsur olarak görür ve kabul eder kendisini. Yani kendini, içinde yaşayıp bir parçasını oluşturduğu kabile toplumundan ayrı görmez.
Engels Usta’nın da netçe belirttiği gibi Mekke şehrindeki tüm sosyal çürümüşlüklere karşı, toplumun ve insanlarının çamurlara bulanmış olmasına karşı İlkel Komuna gelenekli Bedevi anlayışının bir tepkisi, bir isyanı, bir başkaldırısıymış İslamiyet. Biz bu tür başkaldırılar sonucu zafere ulaşan devrimlere “Tarihsel Devrimler” deriz.
Biraz önce değinmiştik ama burada bir kez daha belirtmek gerekir ki, Tarihsel Devrim’leri keşfederek, açıklayan ve böylece o zamana dek tam olarak anlaşılamamış Antika Tarih’in yüzündeki peçeyi kaldırarak, yaşamları süresince bu konuya eğilememiş Marks-Engels Ustalar’ın vasiyetini de yerine getiren ve Marksizm-Leninizm’e bilimsel bir katkı yapmış olan Ustamız Hikmet Kıvılcımlı’dır… Bu konudaki anıt eseri de “Tarih Devrim Sosyalizm” dir.…
Tarihsel Devrim Nedir?
Tarihsel Devrimler, Sosyal Devrimlerden çok farklıdır. Tarihsel Devrimle İlkel Komuna geleneklerini barındıran ve az çok o yaşamı sürdüren kabileler, Medeniyete yani Sosyal Sınıflı Topluma (akın) giriş yaparlar. O girişleriyle birlikte de içine girdikleri çürümüş toplumun zulüm düzenini az veya çok olumlu yönde bir değişikliğe uğratırlar. Bu olumlu değişikliğe “Barbar Aşısı” denir.
Antika Tarih boyunca insanlığı koruyan, hep bu Tarihsel Devrimler ve onların getirdiği insancıl kazanımlar olmuştur. Fakat Tarihsel Devrimleri gerçekleştiren devrimciler, bir süre sonra Medeniyetin kendilerine sunduğu şatafata, lüks hayata, zenginliğe, mala mülke ulaşırlar, alışırlar ve temiz bir biçimde içine girip dönüşüme uğrattıkları Sınıflı Toplumun çamurlarına, pisliklerine de bulaşırlar. Ve sonunda onlar gibi olurlar.
Buna ne diyoruz biz?
“Fatihlerin fethedilmesi.” diyerek bu çok önemli saptamayı bir kez daha göze batırıyor Genel Başkanımız.
Devamla, antika tarihteki bata çıka gidişi bedeviler üzerinden açıklıyor:
“Bedeviler, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, özel mülkiyet bilmeyen, İlkel Komuna hayatı yaşayan Arap kabileleridir. Bir diğer adıyla Barbarlardır. İşte bunlar, Hz. Muhammed’in önder olarak ortaya çıkışıyla birlikte onun etrafında kümeleniyorlar. Köleci Parababalarına-Tefeci Bezirgânlara isyan bayrağı açıyorlar. İşte İslam’ın Mekke süreci de bu isyan döneminin değerlerini yansıtır, ortaya konan ayetlerle.
“Sonrasında ise aşağıda da detaylıca anlatacağımız gibi Medine’ye geçilir; cihatlar çağının İslam’ı oluşmaya başlar ve onu belirleyen ayetler ortaya konur; kerte kerte Sınıflı Toplumun bataklığına doğru da yol alınır böylelikle.”
Buraya kadar dile getirilenleri kısaca özetleyecek olursak, İslamiyet, Hz. Muhammed önderliğinde gerçekleşen bir tarihsel devrimdir. Arap Yarımadası’ndaki İlkel Komuna gelenekli Bedevi kabilelerin Medeniyete giriş yaptıkları, o giriş sırasında da içine girdikleri taşlaşmış Mekke’nin sosyal sınıflı Tefeci-Bezirgân egemenliğindeki düzeni kısmen de olsa sarstıkları, onu değiştirip zulmünü ılımlandırdıkları bir devrim olmuştur İslamiyet.
Çürümüş Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının egemenliğindeki bir düzene karşı bir Bedevi isyanı olunca Hz. Muhammed’in önderlik ettiği Tarihsel Devrim; tabiî ki Toprakta Özel Mülkiyeti kaldıracaktı. Nitekim kaldırmıştır.
Kitapta önemli örnekler verilir:
“Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz. Fatma, sağlığında babasının özenle bakıp, koruyup yetiştirdiği Fadek Hurmalıklarının kendisine miras olarak kaldığını iddia ederek Hz. Ebubekir’e başvurur. Ve o hurmalıkların kendisine verilmesini ister. Ebubekir’in cevabı mealen şöyle olur:
“Ben, Allah Resulü’nün ağzından bizzat duydum. Dedi ki bana; ‘Peygamberlerin mirası olmaz.’ O bakımdan sözünü ettiğin hurmalıklar hiçbir şahsa ait değildir. Oranın mülkiyeti Beytül Mâl’indir.”
Hz. Ebubekir, İslam Tarihçilerinin ortaklaşa olarak belirttikleri gibi, İslam’ı kabulünde Mekke’nin varlıklı ailelerinden birine mensuptu. Fakat Hz. Muhammed’in uyarı ve önerileri, Kur’an’da ortaya koyduğu ayetlerin buyrukları doğrultusunda hareket ederek dört kez sıfırlamıştır tüm malını mülkünü.
Hz. Ömer, beraber bulundukları bir ortamda Ebubekir’i işaret ederek; “Ben bu adamla yarışamadım. Ancak yarısını verebildim sahip olduklarımın”, demiştir.
Hz. Ali zaten ömür boyu hep Ümmetin en yoksul kesimlerini oluşturan Müslümanların düzeyinde bir yaşam standardı benimsemiştir. Yani yokluk içinde geçmiştir hayatı.”
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Hz Muhammed’in bu tarihsel devrimin önderi olmasının maddi temelleri ortaya konuluyor eserde değil mi?
Özler Çakır Yoldaş:
Eserde, Hz. Muhammed’in İslamiyet Tarihsel Devriminin Önderi olmasının maddi temelleri ise Çocukluğunu, (yaşamının ilk 5 yılını, kendisi de göçebe bir Bedevi olan süt annesi Halime ile birlikte) Bedevi kabilesinde geçirmesinden kaynaklı olarak kankardeşliğini ve ortak mülkiyeti benimsemesi ve yoksul bir çocukluk ve gençlik geçirdiği için Sosyalist topluma özlem duyması olarak ortaya konur.
“…kişiliğinin temel taşlarının atıldığı o gelişim sürecinin Kritik Eşiğinde, içinde yaşadığı Bedevi Toplumun geleneklerinin, göreneklerinin nasıl insani değerler açısından bir yücelik teşkil ettiğini görür. Oradaki kankardeşliğini ve kolektif mülkiyeti tanır. O insanların kişicil mal mülk hırsları olmadığı için yalanla dolanla, dümenle, riyayla, kandırmacayla uzaktan yakından bir ilişkileri olmadığını da görür, anlar. Yani o insanlar arasındaki sıcaklığın, sevgi ve saygı bağının değerini kavrar. Ve oradaki ahlâkın çok yüce bir ahlâk olduğunu tespit eder.
İşte Peygamberlik döneminde de oradakine benzer toplumsal ilişkilerin egemen olduğu bir düzen kurmak ister. İnsanları gaddarlaştıranın, kötücülleştirenin, zalimleştirenin hep mal mülk hırsı olduğunu söyler Kur’an ayetlerinde:
“Kıyamet gününde, biriktirilen o altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara: ‘İşte bunlar, kendiniz için biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeylerin cezasını!’ denilecek.”[ Tevbe Suresi, 35’inci Ayet.
“Evlenme yaşına geldiğinde amcası Ebu Talip’in kızına talip olmuştur. Fakat amcası Ebu Talip; “Muhammed, sen yetim, yoksul bir çobansın. Herkes kendi dengiyle evlenir. Ben kızım Ümmü Hani’yi, anne tarafından akrabası olan Hübeyre’ye vereceğim”, der ve reddeder Hz. Muhammed’in talebini. Yani öz amcası bile “yoksul bir çoban” diye Hz. Muhammed’e kızını vermez.
İşte Hz. Muhammed, ezilenlerin, yoksulların, yetimlerin, çaresizlerin çektiği sıkıntı ve acıları yaşayarak yüreğinin tâ derinliklerinde hissettiği için hep zenginlere karşı tepkili olmuştur ve ezilenlerin, yoksulların, çaresizlerin yanında olmak istemiştir.”
Ve işte tam da bu nedenlerle, yaptığı Tarihsel Devrimi ile Hz. Muhammed,
“toprakta özel mülkiyeti reddederek, toprağın toplumun tamamının yani kamunun mülkiyetinde olmasını buyurur. Yani iki temel üretim aracından biri olan toprağın, toplumu oluşturan tüm insanlar tarafından eşitçe ve özgürce kullanılabilmesini buyurur. Diğer temel üretim kolu da bildiğimiz gibi hayvancılıktır. Hz. Muhammed’in bu buyruğunu benimseyen Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın büyük imparatorluklar haline gelebilmesi, özellikle de Osmanlı’nın 600 yıl yaşayabilen bir imparatorluk olabilmesi, işte toprakta özel mülkiyetin olmayışını benimseyen “Dirlik Düzeni” uygulaması sayesinde olmuştur. Osmanlı’da da, bilindiği gibi, imparatorluğa ait topraklar kamunundur; Padişahın bile özel mülkü olamaz. Ancak 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile toprakta özel mülkiyete kapı açılmıştır.
“Ve hep söyleyegeldiğimiz gibi; Osmanlı’yı batıran temel sebep de Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin her geçen gün Dirlik Düzenine daha yoğun bir şekilde saldırması ve onu bozması, tahribata uğratmasıdır. Bu konu, Kıvılcımlı Usta’nın “Tarih Devrim Sosyalizm” adlı anıt eserinde ve “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı üç ciltlik dev araştırmasında ayrıntılıca ortaya konur.”
Eserde, İslamiyet’in Mekke İslamı ve Medine İslamı olmak üzere iki döneme ayrıldığı ve bu iki dönemin , birbirine taban tabana zıt iki farklı maddi dünyanın, hayatın, insan zihnine yansımasını ifade ettiği bu iki döneme ait ayetlerden ve surelerden de örnekler verilerek çok somut biçimde ortaya konmaktadır.
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Mekke İslam’ı Dönemi ve Medine İslam’ı Dönemi kitapta nasıl ele alınmakta?
Özler Çakır Yoldaş:
Şimdi bu dönemleri kitaptan takip edelim:
Mekke İslamı Dönemi ve Temel Nitelikleri:
“Hz. Muhammed, İslam’ı ortaya koyduğu sürecin 13 yılını Mekke’de geçirdi. Tefeci-Bezirgânların hâkimiyetindeki koca şehirde 300 ya da 400 kişiyi geçmedi İslamiyet’i kabul edenlerin sayısı 13 yıllık sürede. Bu dönemde Müslümanlar hep itilip kakılan, aşağılanan, hakarete, saldırıya uğrayan ezik insanlar olarak kaldılar.
(…)
“Mekke’de Müslüman olmak cesaret işiydi. İnsanların kendini riske atmasını gerektiriyordu. Bu sebeple de insanlar egemen Tefeci-Bezirgânların korkusundan, baskısından ve zulmünden dolayı İslamiyet’i benimsemek konusunda çekimser davranıyordu. İslamiyet’i ancak köleler, yetimler, dullar yani toplumun en altındaki ezilenler benimsemişti çünkü onlara kurtuluş umudu sunuyordu Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu din.”
İhsan Eliaçık’ın yorumlarına da gönderme yapılır Mekke döneminin bu niteliğini vurgulamak üzere:
“İlahiyatçı Yazar İhsan Eliaçık’ın deyişiyle; ortaya konuş sırasına göre ilk 18 Ayet, “Komünist Manifesto” gibidir.
“İhsan Eliaçık’ın da ortaya koyduğu gibi Kur’an’ın ilk suresi olan Alak Suresi bile Mekke’yi haraca kesen ve halkı tahakküm altında tutan Parababalarına karşı bir isyan çığlığı, bir meydan okuma ortaya koyar. Ve genel olarak aynı anlayışı devam ettirir, Mekke Dönemi İslam’ını oluşturan sureler de.
“Hatta, Medine’ye göçün birinci ve ikinci yılında bile yani cihatlar çağı açılmadan önceki dönemde, Mekke’deki anlayış devam etmiştir. İşte Medine’nin birinci ve ikinci yılında ortaya konan Bakara Suresi 219’uncu Ayeti aynen şunu emreder:
“(…) Allâh yolunda ne kadar harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘El Afv (zaruri harcamalarınızdan) arta kalanı bağışlayın!’ Allâh böylece gereken apaçık işaretleri veriyor size… (Nedenini) derin düşünmeniz için.”[ Bakara Suresi, 219’uncu Ayet, Ahmed Hulusi Meali.
“(…) Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: ‘Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.’ İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz. Bakara Suresi, 219’uncu Ayet, Yaşar Nuri Öztürk Meali.”
Bu ayetlerde de açıkça görüldüğü üzere, kendinizin ve bakmakla yükümlü olduklarınızın zorunlu ihtiyaçlarına yetecek kadar mülk bırakın, gerisini dağıtın, asla servet, mal mülk küplemeyin, istiflemeyin. Sadece Bakara Suresi’nde 11 kez “infak edin”, yani “dağıtın elinizdekini ihtiyacı olanlara”, dendiğine vurgu yapıldıktan sonra;
Yine Yaşar Nuri Öztürk’ün Mealinden Maun Suresi’ne yer verilmektedir kitapta. Okuyalım:
“Yine Maun Suresi’nde içtenlikli Müslümanın kim olduğunu ve kim olmadığını şöyle ortaya koyar Hz. Muhammed:
“Gördün mü o, dini yalan sayanı?
“İşte odur yetimi itip kakan:
“Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
“Lanet olsun o namaz kılanlara/dua edenlere ki,
“Namazlarından/dualarından gaflet içindedir onlar!
“Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar.
“Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına/zekâta/yardıma/iyiliğe engel olurlar.
Burada da içtenlikli Müslümanın, namaz kılarak, oruç tutarak ve diğer dini ritüellere sarılarak gösteriş yapmadığını, yoksulu, yolda kalmışı, ihtiyarı doyurduğunu, onlara yardım ettiğini, derdine derman olduğunu dile getirdikten sonra; bunları yapmadığı halde mal mülk peşine düşmüş, namazla ve diğer şekli ritüellerle Müslümanlık taslayanlara lanet okunduğunu ve Kur’an’da böyle ayetlerle dolu pek çok sure sayabileceği ifade ediliyor.
Tüm bu nedenlerle, Mekke’de Müslümanlığı benimseyenlerin Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i saymazsak hep toplumun en alt kesimini oluşturan, ezilen insanlar olduğuna vurgu yapılıyor.
Mekke’den Medine’ye Hicret
Eserin devamında, Medine’ye hicret süreci ele alınıyor. Medine İslam’ının Mekke İslam’ının zıddına dönüşümü, nedenleri açıklanıyor.
Özetlersek;
Hz. Muhammed’in böylesine bir anlayışı 10.000 nüfuslu Tefeci-Bezirgân Parababalarının hâkimiyetindeki Mekke gibi bir şehirde uygulamasına imkân yoktu. Uğradıkları hakaret ve eziyetler bir yana, sonunda öldürmeye karar verdiler Hz. Muhammed’i Mekke Tefeci-Bezirgânları. Bu haber alınınca bilindiği gibi, bir gece gizlice Hz. Ebubekir ile birlikte Mekke’yi terk edip Medine’ye göç etti. Çünkü orada sermaye sınıfı, ezici çoğunlukta üç Yahudi kabilesinden oluşuyordu. Araplarsa, ağırlıklı olarak Medine’nin alt tabakasını yani ezilen ve sömürülen kitlenin çoğunluğunu barındırıyordu. Araplar arasında büyük Parababaları yoktu. Özetçe; Medine’de ekonomik hayata hâkim olan ve ona yön veren, Yahudi kabileleri olmakla beraber Mekke’dekine benzer siyasi bir zulüm düzeni kurabilmiş değillerdi, etnik yapılarından dolayı, yani Arap Denizi içinde azınlık olmalarından dolayı. Bir de tabiî Yahudiler, ekonomiyle ilgiliydiler; finans işleriyle, kuyumculukla vb. askeri yönden etkisizlerdi, savaş deneyimine sahip kabileler değillerdi.
İşte bu sebeple Medine Halkı, Hz. Muhammed’in şehirlerine “Muhacirler” adıyla anılan taraftarlarıyla birlikte göç etme teklifini kabul ediyor. Hz. Muhammed’le birlikte göç eden Müslümanların sayısı da 226’dır. O zamanki Medine nüfusu da 8.500 ila 10.000 arasındadır.
Hicret’ten sonra Medine’ye gelişin üstünden birkaç yıl geçince de Bedir Savaşı’yla birlikte cihatlar dönemi başlar İslam’ın. Ve cihatlardan, bol miktarda cansız mallardan oluşan ganimetle birlikte köle ve cariyelerden oluşan canlı ganimetler de elde edilir. Ve bunların beşte biri Beytül Mâl’e bırakılır; beşte dördü ise cihada katılan savaşçılar arasında pay edilir.
İşte bu cihat ve canlı-cansız ganimet savaşları, İslam’a yönelik büyük bir cazibe oluşturur. Ve İslam’ı benimseyenlerin oranı geometrik bir hızla artar. Cihatçılar da tabiî ki hem mala mülke hem de köleye ve cariyeye sahip olurlar. Bu ganimet paylaşımları öyle bir hal alır ki bu paylaşımlar sırasında daha fazla pay kapabilmek için Hz. Muhammed’i eleştirenler, hatta sertçe eleştirenler bile olmuştur. Bu cihatlar, cihatçıların karnını doyurur, onları varlıklı kılar. Kısacası, hicretten sonra cihatlar çağı açılmış, canlı-cansız ganimetler sel gibi akmaya başlamıştır Medine’ye. Bu nedenle;
Cihat ve ganimet savaşları Medine’de İslam’ın hızla yayılmasına sebep olur.
İslam’ın erkeklerin önderliğindeki cihatlar döneminin başlamasıyla birlikte (cansız malların, cansız ganimetlerin yanı sıra “Mütekavvim Mal” yani “dayanıklı mal” olarak adlandırılan, canlı ganimetler olan köleler ve cariyelerin ele geçirilmesiyle); Tefeci-Bezirgânlığın ve o dönemin baskın toplum biçimi olan Köleci Toplumun çürümüş değerlerinin ve ahlâkının yeniden egemen olduğu dönem başlar. Çünkü Mekke’deki Müslümanlarla Medine’deki Müslümanların konumları ve durumları artık tamamen birbirinin zıttıdır. Mekke’de altta -ezilen durumdayken, hep yoksul, yetim, aç, işsiz insanlardan oluşmaktayken, Medine’de hakim güç olmuşlardır artık. Şehrin hakimidirler, yöneticisidirler. Varlıklıdırlar cihatlar sayesinde.
Hz. Muhammed askeri ve siyasi güce ulaşmadan önce savaş esirlerinin serbest bırakılmasını söylerken, Hendek Savaşı’ndan sonra esirler öldürülür, kadınlar ve çocuklar köle ve cariye olarak esir edilir. Kısacası artık kölelik de vardır, cariyelik de.
Kitapta bu konuyla ilgili olarak Beni Kureyza olayına vurgu yapılmaktadır:
“Beni Kureyza’dan ele geçirilen bu cariyelerin sayısı o kadar çoktur ki Sahabiler bunları paylaşarak tüketemezler. Önemli bir kısmı artar. Bu cariyelerle birlikte köleleştirilen çocuklar, Şam’a kadar uzanan, İran, Irak içlerine kadar uzanan şehirlere götürülüp oralardaki köle pazarlarında satılırlar mal olarak. Elde edilen parayla da İslam Ordusu’na at ve savaş malzemesi alınır. Hatırlanacağı gibi köleler ve cariyeler İslam Hukukunda “Mütekavvim Mal” yani “Dayanıklı Mal” hükmündedir…”
Çürümüş Sınıflı Toplum düzenine isyan eden, başkaldıran Tarihsel Devrimci Fatihler; Medine’de İslam Dini’ni yaymak için cihatlar döneminin başlamasıyla birlikte, gitgide barutlarını yitirmiş ve fethedilmişlerdir sonuç olarak! Medine’de ortaya konan ve savunulan İslam; yaşanılan Sınıflı Toplumun ve o toplumda egemen sınıf, efendi olan Tefeci-Bezirgânlığın örfü, geleneği, göreneği, ahlâkı, dini, felsefesi, kültürüdür artık.
Yani bu iki farklı maddi-gerçek dünyanın, iki farklı din dünyası biçiminde yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Mekke’deki anlayış Medine’de zıttına dönüşmüştür.
Kadın konusunda da Gerçek Dünya Din Dünyasına yansır
Tabiî aynı değişiklik yani zıddına dönüş, kadın konusunda da olacaktır, kaçınılmaz biçimde. Gerçek dünyada kadın, Köleci Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Toplum düzeninin zulmü altında inlemektedir. Tamam, Hz. Muhammed Bedevi tepkisiyle ve gerçekleştirdiği Tarihsel Devrimiyle o zulmü ılımlandırmıştır. Ama ortadan kaldırmak artık gündemden de düşmüştür.
Hz. Muhammed hiçbir zaman mal mülk peşinde koşmamıştır. Kendine kalsa “rızıkta eşitlikçi” bir komünist dünya kurmak ister. Ama onu uygulamaya kalktığı anda da ortaya koyduğu dine inanacak mümin, taraftar bulmakta zorlanır. Bu bakımdan artık Mekke’de ortaya konan, Tefeci-Bezirgânlara savaş açan ayetler, burada Müslümanlığı benimsedikleri oranda onları rahatsız etmemeye dönüşür. Medine döneminde artık amaç, İslam Dini’ni yaymaktır. Bu bakımdan Mekke İslam’ı yani o İslam’ı oluşturan ayetler küllenir Medine’de.
İşte bu dönüşümden, kadınlar da en olumsuz şekilde etkilenir…
Köleci Toplumun kadını düşürdüğü içler acısı durum, tamamen efendilerin gözünden yani egemen Antika Tefeci-Bezirgânların gözünden Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in hadislerine yansır. Yaşanan maddi hayatın gerçekliği budur çünkü. O zaman “din dünyası”na yani Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu ayet ve hadislerine de yansıyacak olan, bu dünyaya ait gerçekler-yaşananlar olacaktır.
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Bu konuda eserde yer alan örnekleri paylaşabilir misiniz?
Özler Çakır Yoldaş:
Bu konuda İlahiyatçı- yazar Arif Tekin’in “Kur’an’da Kadın ve Hz. Muhammed’in Hanımları” adlı kitabından yapılan aktarımı tamamını olmasa da bazı bölümlerini paylaşmak isterim:
“Eğer siz erkekler, kadınlarınızın -size karşı olan- serkeşliklerinden (saygısızlıklarından) endişe ediyorsanız, o zaman onlara nasihat edin, onları yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün.
“Bir erkek çocuğunuz dünyaya geldiği zaman onun için iki koyun veya keçi kesiniz; şayet çocuğunuz kız ise, o zaman bir koyun veya keçi kesiniz.” (Hadis)
“Sizi tek bir nefisten/candan (Âdem’den) yaratan, gönlü (sembolik olarak Âdem’in gönlü kast ediliyor burada; ama genel anlamda tüm erkekler için geçerli) ısınsın diye ondan da eşini (Havva’yı) yaratan odur/Allah’tır.”[
“Eğer Havva annemiz Âdem’e hıyanet etmeseydi (cennete yasak edileni ona yedirmeseydi), kadın kısmı hiçbir zaman erkeğe karşı gelmezdi; kocasına karşı hep saygılı ve itaatkâr olurdu.” (Hadis)
“Ey kadınlar! Sadaka verin, Allah’tan günahlarınızın bağışlanmasını dileyin. Çünkü bana cehennem ehli gösterildi, oradaki cezalıların çoğu kadınlardı.” (Hadis)
“[Bu sözler üzerine “Bizim suçumuz nedir?” diye soran kadınlara cevaben] Çünkü çoğu kez hem ağzınızdan kötü söz çıkar; hem de sizler kocalarınıza karşı çok nankörsünüz. Bir de siz, hem dinen hem de aklen eksik yaratılmışsınız
Sizin gibi hem aklı hem de dini eksik olanlar, kalkıp da akıl sahibi olan erkeklerin aklını çelebilsin, böyle birini görmedim, böyle bir örnek yok.” (Hadis)
“Veresiye alışverişlerde iki erkek şahit tutun. Şayet iki erkek yoksa o zaman rıza göstereceğiniz, kabul edebileceğiniz bir erkekle iki kadın şahit tutun. Bu durumda, şayet o şahit olan iki kadından biri unutursa (yanılırsa) diğeri ona hatırlatmış olur.”[34]
“Kadınlardan kendinizi koruyun! Çünkü İsrailoğullarında ilk fitne kadınlardan gelmedir.” (Hadis)
“Erkekler, kadınların yöneticileridir. Sebebine gelince, hem Allah’ın kimisini kimisine karşı üstün kılmış olması, hem de erkekler mallarından harcama yaptıkları için kadınlara karşı yöneticiler. Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve onların dövün.”[35]
“Şayet bir toplum, yönetimini kadına bırakırsa, o toplum iflah olmaz (huzur bulmaz)” (Hadis)
“Eğer Allah’tan başka herhangi birine secde etmek olsaydı, ben Allah olarak ‘kadın kocasına secde etsin’ (ona eğilsin) diyecektim.” (Hadis)
Örneklendirildiği gibi, Ortaya konan ayet ve hadisler, kadının yerden yere vuruluşunu din adına kutsuyor. Erkekleri cihada teşvik etmek için kadına ilişkin aşağılayıcı tutum katılaştırılarak sürdürülüp gidiyor.
Bu süreçte, mal mülk hırsı hiç olmayan Hz. Muhammed’in, Hz. Hatice’nin erken ölümünün ardından, kadınlara yönelik zaafiyete düşmesi, çok eşliliği de rol oynuyor tabiî ki. 50 yaşından sonra o kadar genç kadını evde toplayınca, sorunlar da çıkıyor. Bu sebeple, Hz. Muhammed’e karşı sertçe fikir beyanında bulunup tartışmaya giren ve onun sözlerini refüze eden eşleri olabiliyor.
İşte bu kadınları tümüyle baskı altına alıp itaatkâr kılabilmesi için de Hz. Muhammed’in, hem Allah adına böyle söylemlerde bulunması hem de Peygamber olarak aynı paralelde hadisler ortaya koyması gerekmiştir.
İslamiyet erkeklerin çok eşliliğini sayısız huriler vadederek Cennet’e de taşıyor ve Kur’an’ın Cennet’i erkeklerin Cennet’i oluyor; kadınların çilesi orada da bitmiyor! Neden?
Yanıtı kitapta çok net:
Din de ahlâk gibi, hukuk gibi, felsefe gibi, mitoloji gibi, sanat gibi, kültür gibi, siyaset gibi bir üstyapı kurumudur.
Neyi yansıtır?
Ekonomik temelde yani toplumun altyapısını oluşturan bölümde egemen olan sosyal sınıfın sınıf çıkarlarını ve dünya görüşünü.
Medine İslam’ı yani cihatlar çağının İslam’ı, canlı cansız seller gibi gelip yığılan ganimetler çağının İslam’ıdır. Ekonomik temeldeki bu değişim, elbette üstyapıya da aynen yansıyacak ve onu şekillendirecek, belirleyecektir. Cennet’le muştulanan 10 sahabinin bile ancak üç tanesi, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali mal mülk düşkünlüğünden, onların peşinde koşmaktan uzak durabilmiştir. Tabiî Hz. Muhammed de öyledir. O 10 sahabinin bile 7’si Hz. Muhammed sonrasında sayısız mala mülke, paraya pula, küçük ve büyükbaş hayvana, köle ve cariyeye gark olmuştur.
İşte İslam’daki bu geriye gidişin de ötesinde tersine çevrilişte kadınlar da paylarına düşen zulmü almışlardır, ne yazık ki. Yukarıdaki ayet ve hadislerde açıkça görülmektedir, kadına öngörülen bu zulüm.
Gelelim Örtünme meselesine: Örtünme ile ilgili Ayet ve Hadisler hep Medine döneminde ortaya çıkıyor.
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Neden?
Özler Çakır Yoldaş:
Çünkü toplum, iki bölük insana ayrılmıştır: Hürler ve Köleler olarak. Kadınlar da.
Dolayısıyla Başörtüsünün önerilmesindeki amaç Köle kadınlarla Hür kadınların ayrılmasını sağlamaktır.
Genel Başkanımız Nurullah Efe Ankut, bu konuya Arif Tekin’den, Ortaçağcı karanlık caniler tarafından katledilen cesur bilim insanımız Doç. Dr. Bahriye Üçok’tan, İhsan Eliaçık’tan, Ayşe Sucu’dan, Prof. Dr. Beyza Bilgin’den, İlahiyatçı Hakkı Yılmaz’dan, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Üyesi Ali Akın Hoca’dan ve Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ten geniş aktarımlara yer vererek, örtünmenin ve başörtüsünün Kur’an buyruğu bir İslami simge olmadığını, İslam’ın farzı olmadığını ortaya koymaktadır.
Peki nedir? O dönemin Irak ve Hicaz Araplarının örfüdür, geleneğidir başörtüsü takmak. O dönemin Arap Toplumunda, sosyal statü simgesi olarak hür kadınlar da, erkekler de başlarını örterler. Hürler ve köleler bu şekilde birbirinden ayırt edilir. Yani hür erkekler de kadınlar da başlarını din gereği değil, sınıfsal ayrım gereği, egemen sınıf simgesi olarak, geleneksel bir örtüyle örterler. Köle erkekler ve kadınlar ise insandan bile sayılmazlar. Onlar efendilerinin malıdır. Alınıp, satılabilirler. Köle kadınların, cariyelerin durumu daha da içler acısıdır. Her türlü kötü muamele revadır onlara, taciz ve tecavüz edilebilirler.
Yukarıda saydığımız ilahiyatçıların hepsi de konuyla ilgili olarak Ahzap Suresi’nin 59. Ayetine gönderme yaparak örtünmenin köle kadınlarla hür kadınları birbirinden ayırmak üzere ortaya çıkan bir simge olduğu görüşünde birleşirler.
Bu konuyla ilgili olarak temel alınan Ahzap Suresi’nin 59. Ayeti ne demektedir?
“Peygamber eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle sokağa çıkarlarken cilbablarını üzerlerine alsınlar”. “Bu onların tanınmalarını ve kendilerinin rahatsız edilmelerini engeller.” Bir başka meali ile ““Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına, müminlerin kadınlarına örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınıp incitilmemesi için bu, en uygun olanıdır.”
Kitapta bu ayet ile ilgili olarak Arif Tekin’den yapılan aktarımdan kısa bir bölümü paylaşalım:
“Örtünmenin kadınlara zorunlu bir giyim-kuşam biçimi olarak Kur’an’da yer almasının bir diğer önemli nedeni de şu: Muhammed zamanında cariyeler (savaş esiri kız ve kadınlar) vardı ve onlar, herhangi bir mal gibi insanlar tarafından alınıp satılırdı; hatta gece hayatı için kullandırılırdı. Bu cariyeler çarşıda pazarda, hür kadınlardan ayırt edilsin (her iki kesim arasında bir nişan, bir işaret olsun) diye Kur’an, hür olan kadınlara başörtüsü kullanma zorunluluğunu getiriyor. Eğer böyle bir işaret olmasaydı, ola ki bir erkek, cariye olduğunu bilmediği bir hür kadına teklif sunardı ve bunun sonucu olarak da onunla kadının sahipleri arasında kavga çıkabilirdi. İşte bunun önlenmesi için, örtünme ayetleri inmeye başladı. Zaten bu gerekçe, Ahzâb Suresi’nin 59. Ayeti’nde çok açık bir ifadeyle dile getirilmiştir.
Saygıdeğer biliminsanı Bahriye Üçok’un bu ayet ile ilgili olarak 1988 yılında ortaya koyduğu görüşler aktarılmakta:
“Örtünme ayeti gelmeden önce kadınlar, Arap kadınları gayet serbest yaşarlardı. Hz. Peygamber bu açık kadınların, cariyelerden ayrılmaları için, çünkü onlar rahatsız ediliyorlardı. Bunların örtünmeleri üzerine kendisine gelen vahyi müminlere, Müslümanlara bildirdi. Şimdi iki şey var efendim. Birisi, kadınların iffetlerini koruması yani Tanrı’nın istediği bu. Bir diğer ayette, Azhab Suresi’nin 59’uncu Ayeti’nde de, “Bu onların tanınmalarını sağlar”, diyor. Mademki kadınlar iffetlerini koruyabiliyorlar, bugün için cariyelik diye bir müessese de kalmadığına göre, o zaman Tanrı’nın buyruğu yerini bulmuş oluyor. Aksi halde Kur’an’ın lafzına eğer kıymet veriliyor da, lafzi anlamını takip etmek istiyorlarsa o zaman, erkeklerin yanına oturmamak, erkeklerle bir arada bulunmamak, seslerini erkeklere duyurmamak ve yüzlerini kesinlikle örtmeleri lazım. Ve cilbab giymeleri lazım yani çarşaf, peçe son derece bol bir elbise giymeleri lazım, yalnız başına bir yerden başka bir şehre de gitmeleri yasaktır. Mesele dini açıdan olsaydı ben gerçekten bir inanç konusu olduğu için saygı duyardım başörtüsüne. Ama bir inanç konusu değil, bir siyaset konusu olarak ortaya döküldü. Ve Atatürk İlkelerinin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak ortaya çıktı. Bu meselenin altında yatan gerçek, doğrudan doğruya Türkiye’deki Laiklik ilkesine, rejimine karşı olduğu inancını kesinlikle taşıyorum”
Bundan 35 yıl önce meseleyi bu kadar açık ve net ortaya koyan Bahriye Üçok’un tam da bu nedenlerle katledildiğine vurgu yapılan kitap şu yorumla devam ediyor:
“Demek ki türban, Kur’an’ın, İslam’ın emri değil, Ortaçağcı Siyasal İslamcıların insanlarımızı “Allah’la Aldatıcı”ların, din kisvesi altında dağlar gibi dünya menfaati sağlayanların halkımızı kandırmak için kullandıkları bir simgedir. Daha açığı; tıpkı IŞİD’in siyah bayrakları gibi, Türkiye’de de kamu malı hırsızlığını, vatan satıcılığını ve halk düşmanlığını meslek edinmiş siyasilerin ve din derebeylerinin bayrağıdır başörtüsü ve türban…
Aradan geçen süreci değerlendirdiğimizde; Bahriye Üçok Hanımın yaptığı tespitin ve bulunduğu öngörünün bütünüyle gerçekleştiğine tanık oluruz. Laiklik İlkesini ortadan kaldırmak ve toplumu Ortaçağ’ın karanlıklarına sürüklemek isteyen ABD Emperyalist Haydutlarının ve onların Türkiye’deki hain, satılmış işbirlikçilerinin “türban” adlı bu bayrağı kullanarak kısmen de olsa Laik Cumhuriyeti enkaz yığınına döndürdüklerini ve Ortaçağcı, faşist bir din devletini kerte kerte inşa etmekte olduklarını izlemekteyiz bugün.”
Eserde örtünme ile ilgili olarak aktarımlar yapılan İlahiyatçılardan Hakkı Yılmaz’ın Ahzap 59’a yönelik görüşlerinin bir kısmını da paylaşmak istiyorum:
“Şimdi bu ayeti anlamak için önce o ortama bir gitmemiz gerekiyor. O günün Medine’sine bir gideceğiz. Bu ayetler “Medeni”dir, biliyorsunuz, Medine’de inmiş ayetlerdir. Oraya gideceğiz, o ortama bir varacağız…
Medine’de nasıl bir yaşam var o gün için?
Medine o gün için ahlâksızlığın zirvede olduğu bir yer. On sekiz tane deminki dediğimiz gibi genelev tipi, evlerinin önü, kapıları bayraklı evler var. Sokak berduş, zampara, kazanova dolu, böyle bir kent.
Bir de hiçbir ailenin evinin içerisinde tuvaleti yok. Hepsi evlerinden çıkıyorlar defihacet için evlerinden iki yüz metre ötedeki kazılmış, hazırlanmış “Gayıt” denilen, biz bugün çukur diyoruz tuvalet diyoruz, oraya tuvalete gidip geliyorlar. Bir ortam da bu… Bir de o günün toplumunda halka baktığımız zaman iki tip halk var. Bir özgür insanlar var, bir de köle grubu var. Ve bir de hafifmeşrep dediğimiz insanlar var. Hafifmeşrepler dekolte, yarı çıplak gidip gelebiliyorlar. Köle insanlar, cariyeler vesaire diğerleri de dahil olmak üzere zaten giyinme hakkına sahip değiller. Yani aristokrat ailelerin giymiş olduğu, hanımefendilerin giymiş olduğu kıyafeti, beyefendilerin giymiş olduğu kıyafeti giyme, başlarına aldığı örtüyü alma hakkına da sahip değiller, düzen gereği. Onlar evlerinden çıkıyor, tuvaletlerine de böyle gidip geliyorlar ve sürekli de yolda taciz riskini taşıyorlar: sataşmalar oluyor, rahatsız edilmeler söz konusu oluyor.
Evet, peygamber müminlerin ötekiler zaten hani iyi bir şey de olsalar şey yapılmaz hani o duruma düşmezler. Müminlerin anneleri, Peygamberin eşleri, kızları, Müslümanların kadınları böyle bir taciz ve tecavüz riski olup eziyet edilmesinler diye, o günün normal hanımefendileri kıyafetlerini giyecekler, gidip gelecekler onla gidip gelecekler kimse taciz etmeyecek, kimse tecavüze yeltenmeyecek. Eziyet edilmeme… Şimdi ayetteki çok hassas bir nokta var: Yani siz dışınıza o günkü kıyafet, “cilbab” dediğiniz dış elbiseyi giydiğiniz zaman çok namuslu olursunuz, çok dindar olursunuz, çok sevap alırsınız; böyle bir olay yok. Sadece eziyetten kurtulursunuz.
Şimdi, burada amaç demin ayetin başında, “ziynetleri saklamak”tı ya mesele “dışa vurmamak”tı ya; Arapların başlarında bir örtü var ama ziynetleri meydanda, memeleri dışarıdaydı. Buradaki amaç memeleri kapattırtmaktır, başı örttürmek değildir.
Şimdi gelelim baştaki örtüye. Arabistan’da herkesin başında, normal insanların başında zaten örtü var… Kadın erkek. Şimdi erkeğin başında sarık var, kadının başında da örtü var. Bunun “Nasif” diye ve değişik adlarla bunun değişik isimleri de var. Yani boyuna göre, bilmem yöresine göre, köyüne kentine göre de baştaki örtüye ayrı bir isim verilir. Ama esas bu baştaki örtünün bir ana amacı var. Başörtüsü de o gün için bir simge. Bunu ihmal etmememiz lazım. Bu çok enteresandır. O da bir simge. Neyin simgesi, dediğiniz zaman… Sosyal statü. Bunun da dinle imanla hani Müslümanlıkla falan alakası olmayan bir yer; tâ Asurlulardan beri devam eden bir olay. O zaman feodal dönem. Köleyi hür ile ayırt edebilmek için şimdiki gibi herkesin cebine birer nüfus cüzdanı veremiyorlar, öyle bir imkân yok. O zaman tabiî o sıcak iklimde köleler ikinci sınıf olduğundan dolayı, kölelerin başını örtme hakları yok. Hür olanlar, efendiler zenginler, bayıyla bayanıyla başını örtecek; köleler kadınıyla erkeğiyle başı açık duracak. Bu tâ Asurlularda var.
Bir kez daha göze batırmak istersek değerli izleyiciler; genel Başkanımız şu değerlendirmeyi yapar kitapta:
“Kadının örtünmesiyle ve başörtüsüyle ilgili ayetler, 23 yıllık İslam’ın ortaya konuş sürecinin son 4 yılının meselesidir. Ondan önce böyle bir konu, problem yoktur.
Niye bu son 4 yılın sorunu olmuştur?
Hz. Muhammed’in önderliğindeki İslam Tarihsel Devrimciliğinin gitgide barutunu yitirip mevcut Sınıflı Toplum tarafından fethedilmeye başlamasından.
İslam Medeniyeti, Dört Halife’nin sonlanması yani Hz. Ali’nin halifeliğinin bitimiyle birlikte hepten Sınıflı Topluma karar, Antika Tefeci-Bezirgân Toplumu tarafından yutulur. “Derebeyileşir”, Kıvılcımlı Usta’nın deyimiyle. Yukarıda da hep tekrar tekrar vurgulayageldiğimiz gibi kadına bakış da bu toplumda yaşanan kadın gerçeğiyle birlikte gitgide geriler ve en sonunda kadınları evlere hapsederek onlara bu dünyada mutfakla yatak odası arasındaki köleliği öngörür. Kaldı ki bu bile hür kadınlar için biçilen roldür. Bir de cariyeler vardır tabiî, “Dayanıklı Mal” statüsündeki. Yani insan değil de canlı, dayanıklı mallar gözüyle bakılan ve o cehenneme hapsedilen…”
Bunun günümüzdeki örneğini, daha birkaç yıl önce zalim IŞİD tarafından Müslüman olmadıkları için cariye yapılarak, zincirlere vurularak köle pazarında satılan yaklaşık 3500 Ezidi kadının yürek dayanmaz durumlarında gördük ne yazık ki!
Mekke döneminde ortaya konan 86 surenin hiçbirinde kadını vuran ayetler yer almazken, Medine döneminde ortaya çıkar bu ayetler. Medine İslam’ının hüküm sürdüğü o günkü Arap Toplumunda; “Kadın=erkeğin namusu” demektir. Hür kadınları taciz, tecavüz vb. tehlikelerden, eziyetten korumak ve hür kadınların kocalarının ve kabilelerinin başlarının bu nedenle öç alma girişimiyle, namus davasına girişmesini engellemek için bu ayrıma gerek duyulur asıl olarak. Özellikle hacet gidermek amacıyla akşamları Medine’nin 200 metre dışındaki “Gayıt” çukuruna gitmek için dışarı çıkarken, saldırılardan korunmaları için bir kalkan olarak cilbab, Türkçesiyle kara çarşaf giyinmeleri emredilir hür kadınlara. Yoksa cilbabın herhangi bir kutsallığı yoktur. Yani hür kadınlar dışlarına o günkü kıyafet, “cilbab” denilen dış elbiseyi giydiği zaman çok namuslu olur, çok dindar olur, çok sevap alır; böyle bir olay yoktur. Sadece eziyetten kurtulur. Zaten hür kadınlar sadece zorunlu durumlarda evden çıkabilir, diğer zamanlarda evde kalmaları buyrulur. Yani hür kadınların “hürlüğü” de ev köleliğidir.
Değerli yoldaşlar, değerli izleyenler;
Kur’an’da örtülmesi gereken yerler hür kadınların göğüs dekoltesi denilen yerleri olarak belirtilir. Burada baş örtmekten kasıt saçları gizlemek de değildir, örtünün uçlarının yakaları ve göğsü örtmesidir. Dolayısıyla saçı örtmek Kur’an’da yer almaz. Kitapta İhsan Eliaçık’ın bu konudaki paralel görüşlerine yer verilmiştir.
Ne diyor ayet?
“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” ( Nur Suresi)
Hele de kadınlarımızın başına dolanan Rahibe başörtüsü Türban hiç yer almaz. Bu konuyla ilgili olarak kitaptan kısa bir bölümü sizlerle paylaşmak isterim. Bilenleriniz de olabilir tabii bu konuyu.
“(…) Daha önceki bir yazımızda da belirtmiştik ya; türban bire bir rahibe başörtüsüdür. Bunun da kanıtını Audrey Hepburn’ün Rahibe rolünü oynadığı “İnsanlık Uğruna” adlı filmindeki görüntülerinden aktarmıştık.
“1965 sonrası Türkiye’deki Ortaçağcı ortama Şule Yüksel Şenler adlı, Ortaçağcılıkla kafayı bozmuş, ruhu rahatsız bir kadın girdi. Bu kadın, rastlantısal olarak Audrey Hepburn’ün yukarıda andığımız filmini izliyor ve bir anda kafasında Hepburn’ün baş kıyafetini Müslüman kadınlara adapte etme fikri doğuyor. Ve kendisi, ona benzeyen bir baş bohçalamasıyla şehir şehir dolaşıp Ortaçağcılık konusunda kadınlarımıza, kızlarımıza zihin hasarına uğratıcı konferanslar veriyor.
“İşte bu yıllar, Molla Necmettin’in Türkiye’yi Ortaçağ’ın karanlıklarına sürüklemesi ve 27 Mayıs Politik Devrimi sonrası oluşan kısmi özgürlük ortamında çığ gibi gelişmekte olan devrimci hareketin yoluna set oluşturması için ABD Emperyalistleri tarafından piyasaya sürülüş yıllarına denk gelir.
(…)
İşte bu Ortaçağcı, ABD hizmetkârı, CIA yönetimindeki hainler grubu, Audrey Hepburn’ün Rahibe başını Türkiye Halkının kadınlarına, kızlarına, etki altına alabildikleri oranda benimsettiler. Tabiî ortalama onlarca yıldır çalışmakta olan dinci gruplar, tarikatlar, mollalar, şeyhler de bunlarla hep ittifak halinde iş yaptılar.
Tekrar Medine’ye dönersek,
Cariyelerin örtünmesi, cilbab kalkanı ile korunması ise kesin olarak yasaktır. Bu kural ile köle-cariye yapılmış zavallı kadınlar daha da aşağılanır, yerden yere vurulur. Onlar her türlü tacize, tecavüze, şiddete uğrar, insan yerine konulmaz. Cariyelerin bu alçak durumlara düşürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü cariyeler alınıp satılabilen, kullanım değerleri yanında Değişim-Mübadele değerlerine de sahip olan “mütekavvim” yani dayanıklı mallardır. Dolayısıyla böylesine alçakça saldırılara uğramaları ve failin yakalanması durumunda, sahibine basit bir diyet ile bedeli ödenerek anlaşma sağlanabilir, olay biter, namus davasına dönüşmez.
Burada kitapta yer verilen, Sedef Kabaş’ın Prof. Dr. Beyza Bilgin ile yaptığı röportajdan kısa bir bölümü aktarmak istiyorum konuyla ilgili olarak:
“O zamanın toplumunda hürle, köleyi, kadınları ayırt etmek için kıyafet varmış. Hür kadınlar sokağa çıktıkları zaman kapalılar. Köle kadınlar ise göbekten aşağıya erkek gibi örtünmek zorunda, üstü tamamen açık kalabiliyor. Ve bu fıkıh kitaplarında yazılı, hayret edilecek bir şeydir bu…
Hz. Ömer, ikinci Halife Hz. Peygamberden sonra, dört tane Raşid Halife derler, “Hulefa-i Raşidin”, tarih kitaplarında öyle geçer, onlardan ikincisi. Ve kendi zamanında örtünmek isteyen, örtünerek namaz kılan, namazda örtünmek şartı vardır, bir cariyenin başından çekiyor örtüsünü, “Hürlere mi benzemek istiyorsun?” Kendi yeğenini de başına örtü almadığı için, seni köle falanca sandım, diye dövüyor.
Sedef Kabaş: Peki cariyenin o dönemde Müslüman olma hakkı yok mu?
Beyza Bilgin: İşte demek istediğim o. Yani o zamanın şartında Müslümanlık veya Gayrimüslimlik değil kadınların kıyafetinde esas olan; hürlük veya kölelik.
Sedef Kabaş: Yani cariye olan bir Müslüman örtünmek zorunda değil…
Beyza Bilgin: Örtünmek zorunda değil”
Kısacası saygıdeğer dinleyiciler, Kadın konusunda da gerçek dünyanın yani Medine’deki Arap sınıflı toplumunun kadına bakışı, kadına biçtiği rolün, kadını düşürdüğü durumun din dünyasına yansıması da böyle olmuştur.
Örtünme konusunu Medine İslamı’nın dayandığı egemen sınıf temelinden yola çıkarak açıklayan ve soruna çözümler getiren bu çok önemli eserde yer alan şu saptamaları sizlerle bir kez daha paylaşmak istiyorum:
İslamiyet, Medine döneminde Sınıflı yani sömüren ve sömürülenin (Efendi ve Kölenin) olduğu Toplum Düzenine teslim olur
“Bütün bu İlahiyatçıların da açıkça ve kesince ortaya koyduğu gibi; Kur’an’ın Medine İslam’ı yani Medine döneminde ortaya konan bölümü, yaşanılan Sınıflı Toplumun ve o toplumda egemen sınıf olarak varlığını ve tahakkümünü sürdüren Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının örfünü, geleneğini, göreneğini, ahlâkını, dinini, felsefesini, kültürünü savunmaya başlar artık. Yani içinde doğup isyan ettiği sosyal sınıflı sömürü düzenine kerte kerte teslim olur.
İşte türban da, kara çarşaf da, cilbab da hep bu Antika egemen vurguncu sınıfın kadına bakışının ve onu aşağılayışının, onu bir cinsel nesne olarak görüşünün ürünüdür. Yukarıda da bütün İlahiyatçıların tekrar tekrar vurguladıkları gibi cariyeler zaten insan bile sayılmamaktadır artık. Onlar hakkındaki Kur’an buyruğuna ve ona dayanan uygulamaya göre, örtünmelerine gerek olmadığı gibi tam tersine örtünmeleri yasaktır da.
Kur’an ahlâkı, özellikle de Medine dönemi Kur’an ahlâkı, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının ahlâkıdır, önemli ölçüde. Hani Usta’ların dediği gibi Medine’deki gerçek dünyanın yani yaşanılan dünyanın din dünyasına yansımasıdır artık.
İşte bu sebeple de günümüz dünyasında yani bu çağda Medine İslam’ının kültürünü, örfünü, kadına bakışını ve bu İslam’da dünya anlayışını, toplum anlayışını, ahlâk anlayışını savunmak, olumluluk değil olumsuzluk getirir topluma.
Demek ki bugün İslam’ın dünya anlayışını ve buyrulan, emredilen toplum düzenini savunmak, 1400 yıl öncesinin Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının egemenliğindeki Medine Köleci Toplum Düzeninin değerlerini savunmak anlamına gelir.”
Son Söz:
Medine İslam’ı, Tefeci-Bezirgân Sermayenin kendi egemenliğini ortaya koyduğu ideolojisidir. Daha sonrasında, 4 halife devrinden sonra, Medine İslam’ının bile iyice içi boşaltılmış Muaviye-Yezid İslam’ı olmuştur! Bugün hâkim olan İslam anlayışı ise ABD Emperyalizminin AKP’giller’i iktidara taşırken şart koştuğu, İslam’ı ABD çıkarlarına uygun olarak dejenere etme anlamına gelen ve AKP’giller’e görev olarak verilen “Ilımlı İslam” anlayışıdır.! İnsan soyunun başdüşmanı ABD Emperyalist Haydudunun, Sosyalizme karşı Yeşil-Kuşak hain projesi kapsamında, Taliban’ı, El Nusra’yı, IŞİD’i yaratan, besleyip palazlandıran CIA-Pentagon-Washington İslam’ıdır. Ve bu anlayışların hepsi de kadın düşmanıdır.
Günümüzde, Şeriat yasalarıyla yönetilen ülkelerde, mezhep ayrılıkları nedeniyle uygulamalarda bazı farklılıklar görülse de, kadına bakış değişmez! Bu ülkelerin anayasalarında, örneğin İran’da olduğu gibi; “Kadınla erkek yasalar önünde eşit haklara sahiptir”, hükmü yer alsa bile, sonuç olarak o yasaların mutlaka şeriata uygunluğu arandığından, uygulamada bu eşitliği gerçekleştirme olanağı yoktur.
Çünkü bu toplumlarda kabul edilen egemen anlayış, erkeklerin kadınlara göre daha üstün olduğudur… Yani kadınlar erkeklerle eşit değildir. Mahkeme önünde gerekli iki şahitten birinin mutlaka erkek olması şartıyla, ikinci şahit yerine iki kadın şahitlik edebilir. Demek ki iki kadın ancak bir erkek eder.
Çünkü akıl bakımından eksiktir, kıttır; erkekler tarafından yönetilmesi ve hükmedilmesi gereken varlıklardır. Dolayısıyla toplumda asla söz sahibi, yönetici olamazlar. Bu nedenle kadınlar, erkeklere secde etmelidir!
Kadınların maddi hakları yoktur! Ekonomik ve sosyal hayatta kadınlara yer yoktur! Miras’ta erkeğin yarısı kadar pay alabilir!
Kadınlar, erkeklerin alınır-satılır bir malı olarak kabul edilir. Erkekler birden fazla kadınla evlenebilir ve istedikleri zaman kadını boşayabilirken, kadının böyle bir hakkı bulunmaz. Kız çocukları evlendirilebilir! Kadınlar, erkeklerin sözünden çıkamazlar! Çıkarlarsa erkekler tarafından her türlü şiddeti, cezalandırmayı, hatta ölümü hak ederler! Kadınlar, erkekleri ve toplumu dinden çıkaran birer şeytan olarak görülür. Uğursuz, günahkâr, fitne kaynağı sayılır.
Ne yazık ki Ortaçağcı Faşist Din Devletlerinde kadınların içinde bulunduğu içler acısı durum tam olarak budur… Bu nedenle Şeriatla yönetilen ülkelerdeki kadınlar çığlık çığlığa feryat etmektedir. Kaçmak, kurtulmak istemektedir mahkûm oldukları baskı, yasak ve cezalarla dolu bu öldürücü kölelik düzeninden!
Ülkemiz ise bayır aşağı, son hızla ABD Emperyalistlerinin iktidara getirdiği AKP’giller tarafından Ortaçağcı Faşist Din Devletine sürüklenmektedir. Bu sürüklenişte “şeriatın bayrağı türbanı” biz emekçi kadınların saçlarına kirli, pislik elleriyle dolamaktadır halk düşmanı, vatan haini Amerikancı Ortaçağcı AKP’giller ve Amerikancı muhalefet! Böylelikle de tüm halkımızın ve özellikle kız çocuklarımızın ve kadınlarımızın cehennemine giden yolun taşlarını döşemektedir, ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürmek isteyen, insan soyunun baş düşmanı ABD ve AB Emperyalizminin kanlı ellerinde oynayan kukla yerli satılmışlar ordusu!
Bugün bizler, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşımızın zaferiyle kurulan Laik Cumhuriyete ve kazanımlarına sahip çıkacağız. Biz Kadınları yok sayan, değersizleştiren, bizleri 1400 yıl öncesinin Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının egemenliğindeki Medine Köleci Toplum Düzeninin ideolojisi olan ve kadını bir köle, alınıp-satılır cinsel bir meta olarak gören Şeriatın, Ortaçağcı gericiliğin karanlık dehlizlerine sürüklemeyi hedefleyen İktidarı ile Muhalefeti ile Amerikancılık Ortak Paydasında buluşanlarına karşı İkinci Kurtuluş Savaşı bayrağını kararlıca dalgalandırmaya devam edeceğiz.
Ve bir kez daha haykırıyoruz:
Kadınlar! Yaşamın Yarısı Olan Kadınlar!..
Uyanın!
Uyanın ki emperyalizme ve Ortaçağcı Gericiliğe karşı nihai kurtuluşumuza giden İkinci Kurtuluş Savaşı’mıza katılın! Yarın çok geç olmadan!
Reycan Cantaş Çakır Yoldaş:
Sevgi ve Saygıdeğer Yoldaşımız Özler Çakır’a bu oldukça açıklayıcı, aydınlatıcı, güzel anlatımı için çok teşekkür ediyoruz. Genel Başkanımız’ın seminerimize konu olan “Türban Konusu ve İşin Aslı” ve onun devamı niteliğindeki “Ömürleri Talan Edilen Kız Çocukları” eserlerini özellikle kadınlarımızın ve tabii ki tüm halkımızın mutlaka tarihsel bağlamından koparmadan, özgür akıl ile okumalarını öneriyoruz.
Sözlerimi, Sevgi ve Saygıdeğer Genel Başkanımız Nurullah Efe Ankut’un 23 Mart 2021 tarihinde parti sayfamızda “Genel Başkan’ımızın kaleminden AKP’giller ve kadın düşmanlığı” adıyla ikinci kez yayımlanan ve Ortaçağcı Gericiliğin kadınlarımıza, kız çocuklarımıza yönelik tükenmeyen saldırılarına karşı yazmış olduğu 8 Eylül 2020 tarihli yazısından bir alıntıya, kısa bir ek yaparak bitirmek istiyorum.
“Saygıdeğer Arkadaşlar;
Ne yazık ki bu Ortaçağ karanlıklarına doğru savruluş devam ederse, toplumun dincileşme gidişi sürüp giderse, bu sapık şeyhlerin ve yardımcılarının, korunmasız masum körpe evlatlarımıza saldırıları artarak devam edecektir.
Çünkü toplum, bin dört yüz yıl öncesinin çürümüş Arabistan kültürünün, geleneklerinin, göreneklerinin bataklığına daha çok saplanacaktır.
İnsan kişiliğini, onur ve haysiyetini tahrip ederek yok eden kültür ve gelenekler, toplumumuza dayatılıp zorla benimsetildiği oranda bu sapıklıklar, yürek parçalayıcı saldırganlıklar artarak devam edip gidecektir.
Bu kültür, gelenekler, 1400 yıl öncesinin Arabistan’ına aittir. Bunları bugün savunmak insanlarımıza, gençlerimize benimsetmeye çalışmak Halkımıza ihanettir. Hatta tüm halklara, insanlığa ihanettir…”
(https://www.hkp.org.tr/sapiklar-hirsizlar-hainler-cennetine-donusturduler-ulkeyi/)
Bu nedenle bu anlayışların dayandığı egemen sınıf olan Tefeci-Bezirgân Sermayeyi ve onun ideolojisi Ortaçağcı Din Gericiliği’ni yalnızca Tarihin lanetli sayfalarında ibretlik olarak okunur hale getirene dek, Kurtuluş Partililer ve Kurtuluş Partili Kadınlar olarak mücadelemize devam edeceğiz! İşimiz sadece bunlarla bitmeyecek elbette! Che Yoldaş’ın deyimiyle başta İnsan Soyunun Baş Düşmanı ABD emperyalizmi ve AB emperyalizmi olmak üzere; onların emrindeki Yerli Satılmış Parababaları ile iktidarı, muhalefeti v.b. tüm satılmışlar ordusununun; Vatanımızın, İşçi Sınıfımız’ın, tüm Halkımızın, Emekçi Kadınlarımızın, Kız-Erkek tüm Çocuklarımızın bağırlarına sapladıkları hançerlerin tamamını söküp atana kadar durmadan, bıkmadan, yılmadan mücadelemize devam edeceğiz. Siz değerli halkımızla birlikte bu yolda vereceğimiz İkinci Kurtuluş Savaşımız’da, partimiz saflarında, birlikte mücadele etmekten onur duyarız! Sonunda mutlaka biz kazanacağız!
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
Etkinliğimiz burada sonlanıyor. Hepinize katılımınız için teşekkür ederiz. İyi akşamlar dileriz.
28 Ocak 2023